Şakkalı tepe
‘’Beyaz adam annesi toprağa ve kardeşi olan gökyüzüne, alıp satılacak, yağmalanacak bir şey gözüyle bakar. Onun bu ihtirasıdır ki, toprakları çölleştirecek ve her şeyi yiyip bitirecektir. Beyaz adamın kurduğu kentlerde huzur ve barış yoktur. Bu kentlerde bir çiçeğin taç yapraklarını açarken çıkardığı tatlı sesler ve bir kelebeğin kanat çırpınışları duyulamaz. Beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu, son ırmak kuruduğunda,son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde anlayacak…’’
Kızılderili kabile reisi) Şef Seattle – 1853
Ne zaman Kızılderililerle ilgili bir yazı veya filmle karşılaşsam hep çocukluğum aklıma gelir. Hiçbir teknolojik aletin olmadığı (Evdeki kocaman radyo hariç) o ilkokul dönemin de bütün zamanımızı doğayla içiçe ve çok hareketli geçirirdik.Kabına sığamayan, vahşi taylar gibiydik. Mevsimleri, kayak mevsimi, uçurtma ve topaç mevsimi, yüzme ve okul mevsimi diye isimlendirmiştik.Birde onların yanında kiraz zamanı, salatalık zamanı, elma, alıç zamanı gibi bize mevsim geçişlerini hatırlatan zaman dilimleri vardı. Bunlarla birlikte kardelenleri, çiğdemleri ve papatyaları da takip ederdik.
Kar yağmaya başlayınca kayıklar hazırlanır, tamirleri yapılır, dımışkıları çakılırdı. Fakat biz kayık yerine bizim evdeki kocaman gürgen merdiveni tercih ederdik.Üzerine beş,altı kişi biner, Esentepe’den köprüye kadar kayardık.Kış bitince merdivenin ustası köyden gelir( Kuruçay köyünden, Babaannemin dayısı Şehabettin dayı ),kış boyu kırıp döktüğümüz merdiveni tamir eder veya yenisini yapardı(Allah ikisinede Rahmet eylesin).Karın arkası kesilip, havalar da soğumaya başlayınca evden çok az çıkar ve baharın bir an önce gelmesini beklerdik. Fırsat buldukça Gurban tepe’ye çıkar kardelenleri ve çiğdemleri takip eder,Çubuk’un o eşsiz manzarasına bakardık. Bahar geldiği zaman, yeşilin her tonundan binalar ve evler görünmezdi.’’İşte şurası malpazarı, şurda alay, şura atçayırı (futbol sahası)’’ diyerek birbirimize gösterirdik.
Nihayet uçurtma ve topaç mevsimi başlardı. Topaç, misket, ceviz ve saklambaç kendi sokağımızda oynadığımız oyunlardı. Uçurtma için yakınımızdaki bir tepeye (Barbaros Okulunun olduğu yer) yada Gurban Tepe’ye çıkardık.Çubuk’taki en iyi çıtalılar Gurban Tepe’de gösteriye çıkardı.Kimin çıtalısı daha yüksekten süzülecek diye yarışılır ve bu manzara her yerden izlenirdi.
Ama bizi yüzme mevsiminin başlaması kadar hiçbir şey sevindiremezdi. Okullarda tatile girdikten sonra, ders çalışma ve okula gitmek gibi bir sorunumuz kalmazdı. Kademeli olarak yüzdüğümüz yerler vardı.Yaşımız büyüdükçe ve yüzmeyi öğrendikçe daha yukarılarda ve daha derin yerlere giderdik. Sel geldiği zaman kendimizi suyun üzerine bırakır, daha uzun mesafeli yüzerdik.
Nadirende olsa gittiğimiz yerdi Şakkalı tepe(Yöredeki köylülerin ve bizimde bildiğimiz ismi buydu).Karların yeni eridiğinde yada yağmur yağdığında çıkamazdık. Çünkü toprağı çok yumuşak olduğundan çamurdan yürünmezdi. Çiğdemler bütün ovaya burdan yayılmış gibi gelirdi bana. O kadar çok ve iriydiler. Eşsiz manzarayı izlerken, tertemiz havasını teneffüs eder, rüzgarın sesini dinlerdik. Hemen önümüzde Çubuk çayı vadiye doğru uzanırdı. Yukarı mahallenin orman gibi bahçeleri, arkasında Kargın Köyü ve Tütünlük Tepesi, Gurban Tepe ve Ağılcık Toprakları, Gökçedere ve Eğriekin köyünün tepeleri, aşağımızda A. Çavundur Köyünün tamamı izlenebilirdi burdan. Muhteşem bir seyir noktasıydı.
Bayramlarımızda çok dolu geçerdi.Bayram Namazından gelen Babamla ve diğer akrabalarla bayramlaştıktan sonra ilk gittiğimiz yer Yaşar Tüzün(Allah Rahmet eylesin)’ün Konağı olurdu.Çünkü bayram harçlığı aldığımız nadir yerlerden biriydi.Ayrıca o konağa girmek bana ayrı bir heyecan ve ürperti verirdi.Büyük ahşap kapıdan içeri girince uzun bir hol ve yanlara açılan bir sürü kapı vardı. Hol’ün sonundaki ahşap merdivenlerden çıkınca üst kattaki holün sonunda, pencerelerin üzerindeki rengarenk camlardan gözlerimizi alamazdık. Rahmetli pencerenin gerisindeki sedirde, bütün haşmetiyle, elinde para kesesiyle otururdu. (Büyük fedakarlık yaparak bu konağı kendi imkanlarıyla restore eden Kemal Tüzün’e sonsuz şükranlarımı sunarken,yanındaki binaya hem bu kadar yüksek, hemde Konağa bu kadar yakın ruhsat vermesinden dolayı belediye yetkililerini kınıyorum).
Velhasıl geçmişteki anılarımızı bize hatırlatan çok az şey kaldı etrafımızda. Vatandaş olarak bizler her şeyi tarumar ederiz.Ama Belediyeler ve bizi yönetenler buna engel olarak, tarihi, kültürel ve doğal yapıyı korumak ve gelecek nesillere aktarmak durumundadırlar. Bence en önemli ve birinci vazifeleri bu olmalıdır. Ama son üç, dört dönemdir yaşananlara bakınca bunun tam tersi bir durumla karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz.
Üç tane Belediye Başkanının yoğun gayret ve çabalarıyla yapılan Millet Parkı’nın içine Adliye binasının yapılması ilk yanlıştı bence. Daha sonra gelen ve biyolog olduğu söylenen Başkanımız çay yatağına kepçe, dozer ve kamyonlarla dalmıştı. Çayın şehir içinden geçen bölümünün altına beton dökerek Adana’daki su kanallarına benzetmişti. Geri kalan bölümünde ise çay yatağını değiştirmiş, eğri olan yerleri düzleştirmiş, bütün söğüt ağaçlarını devirmiş ve iki tanede gölet yapmıştı. Belki bin yıldır kendi halinde, kıvrım kıvrım akan çayı mezbeleye çevirmişti. Orda yaşayan binlerce canlının ve bitkinin yok edilmesini biyolojinin hangi kuramına göre açıklar bilemiyorum. Ondan cesaret alan hafriyatçılar da çay yatağına ve kenarlarına moloz döküyorlardı
.Daha sonra gelen Başkanımız Çubuğu iyi bilen ,doğayla iç içe olan birisi olduğu için umutlanmıştık. Vadideki yanlışlığı düzeltememiş, molozları temizleyememiş ve hala dökülmesine de engel olamamıştı. Ama çok güzel bir parkı(Çubuk Abad ) bize kazandırmıştı.Bu güzel çalışma için Başkan’a teşekkür etmeye hazırlanirken başka bir şey öğrenmiştim.Epeydir göremediğim Şakkalı Tepe’nin batı tarafında küçük küçük eksilmeler olduğunu(uzaktan bakarak) görüyordum.Bunun ne olduğunu araştırdığımda Abad Parkı yapılırken dolgu toprağının Şakkalı Tepeden getirildiğini öğrendim ve çok üzüldüm. 20 veya bilemedin 30 yıl dayanacak(bir sel gelip götürmezse veya birisi değiştirmezse) bir park için,belki bin yıldır orda duran ve biz dokunmazsak ,belki binlerce yıl daha duracak olan Şakkalı Tepe tarumar edilmişti. Başkan ve ekibi o tepenin, mihenk taşının olduğu noktadan acaba hiç manzaraya bakmadılarmı acaba. Abad parkının en ince detayına kadar görülebileceği tek yerdir orası.(böyle bir tepeye sahip olup, seyir terası yaptırmak için milyar dolarlar ödemeye hazır Belediyeler biliyorum ben). Abad parkına gittiğinizde bu doğa harikası Tepe’nin nasıl katledildiğini yakından görebilirsiniz.
Şimdiki Belediye yönetiminin de halen ordan toprak çektiğini duyuyorum. Sizden öncekilerin yaptığı yanlışa ortak olmayın ve derhal bunu durdurun. Yoksa gelecek nesiller bunun hesabını bizden sorar. Atalarımızdan bize intikal eden, çocukluk anılarımızla dolu, bu yerleri korumanız bizim için yeterlidir. Eğer buraları koruyamazsanız bundan sonra yapacağınız bütün hizmetleri derecelendirip not verirken, sıfırla çarpacağımızı bilmenizi isteriz.
Çubuğu yöneten yetkililere burdan seslenmek istiyorum.’’ Şakkalı Tepe, Gurban Tepe, Tütünlük Tepesi , Çubuk Vadisi ve Kanyonu atalarımızdan bize miras kalan, hatıralarımızla yoğrulmuş, Çubuk’un simgesi olmuş, doğal oluşumlardır.İnsanların heva ve heveslerine terkedilemeyecek kadar değerlidir. Buraların doğal sit alanı ilan edilerek, insanların keyfi uygulamasından kurtarılmasını istiyor ve bekliyorum.
Sağlıcakla kalın
Not: Vadi’de kendi çabalarıyla fidan dikip,ağaçlara aşı yapan Zekai Erkan ve Mustafa Hoca’ya burdan şükranlarımı sunuyorum. Ayrıca Cennet gibi kocaman bahçeden geriye, binaların ortasında küçücük bir yeri kalmasına rağmen,onurlu direnişini sürdürerek, hala bahçe işleri ve turşu yapımıyla uğraşan Ahmet Karagöz’e de sevgi ve saygılarımı sunuyorum.
Fatih Yaşar Arslan
Anasayfa | Nöb. Eczaneler | Hakkımızda | Künye
© 2008 Çubuk Sesi Haber